Mor ve Ötesi konseri ve ‘beğenmek hastalığı’
Aslında böyle bir yazı yazmaya hiç niyetim yoktu. Mor ve Ötesi hiçbir zaman büyük hayranlık beslediğim bir grup olmasa da kendilerinin Türk rock tarihindeki değerli yerini teslim ederim. Dünya Yalan Söylüyor gibi önemli bir albüme imza atmışlardır. Bugün biri Türk rock tarihine dair ansiklopedik bir metin kaleme alacaksa her halükarda Mor ve Ötesi’nin adını anmak durumundadır. Bununla beraber, muhtemelen organizatörlerin beceriksizliğiyle bir fecaate dönüşen 28 Mayıs 2022 İnönü Stadyumu konserlerinin, müzikseverlerce ve daha fenası müzik üzerine kalem oynatan kişilerce övgülere boğulması beni düşündürdü. Doğrusu, biraz da öfkelendirdi. Çünkü bu topluluk, Türk sanatseverlerinin ve entelijansiyasının ekseriyeti hastadır; beğenmek hastalığına yakalanmışlardır. Bu hastalığın en fena sirayet ettiği taraf ise müzik camiasıdır.
Niyetim bir Mor ve Ötesi eleştirisi yapmak değil. Öyle olsa, bunu şimdi değil, gayet sıradan ve vasat olan son albümlerini çıkardıklarında yapardım. Benim bu kısa yazıda çok basit bir niyetim var: Müzik camiasında vasatın tahakkümünü ifşa etmek ve artık tahammül sınırlarımı zorlayan bir toplu ahmaklığa öfke* kusmak.
Konser nedir? Ne işe yarar?
Temelden başlayalım zira konser gününden beri sosyal medyayı kasıp kavuran trajikomik övgü çılgınlığına bakılırsa bu yazıyı okuyacak (muhtemelen az sayıdaki kişinin) çoğunun bazı temel kavramları hatırlamaya ihtiyacı var. Onlardan değilseniz, yani bir konserin temel işlevinin ne olduğunun farkındaysanız, üzerinize alınmayın.
Türk Dil Kurumu, “konser” sözcüğünü “Sanatçıların müzik eserlerini bir topluluk önünde çalması veya söylemesi” diye açıklıyor. Dil Derneği’ne göre ise “konser”, “Dinleti” demek. Yani, bir konserin temelini dinleme eylemi oluşturuyor; gerisi, tüm o danslar ve şovlar, pastanın üzerindeki çilek.
Peki, konser ne işe yarar? Öncelikle, çoğumuzun evde zayıf ses sistemleriyle dinlediğimiz müzikleri daha iyi ses sistemleriyle bize ulaştırır. Sevdiğimiz bir müzisyenin eserlerine, bizim gibi o müzisyeni seven başkalarıyla beraber eşlik etme şansı verir. Kolektif bir dinleme pratiğidir; müzik eserini toplumsallaştırır. Kayıtta hep aynı şekilde dinlediğimiz bir müzik eserini belki farklı, kusursuz olmasa da daha doğal bir biçimde dinlememizi sağlar. Falan filan. Fark ettiyseniz tüm bu cümlelerde bir şekilde “müzik” kelimesi geçiyor çünkü belki bazılarınız şaşıracak ama konser, müzikle ilgili bir şeydir ve müzik, ses ile ilgilidir.
Şimdi soru şu: Temelini dinleme eyleminin oluşturduğu ve müzikle ilgili bir şey olan konserde, konsere katılanların büyük bir kısmına ses berbat geliyor ve bu dinleyiciler icra edilen müziği dinleyemiyorsa o konsere ne denir? Bana kalırsa “Berbat konser” denir. 28 Mayıs 2022 akşamı, İnönü Stadyumu’ndaki Mor ve Ötesi konserinde olan da tam olarak buydu: Bilet parası ödeyerek müzik dinlemeye gelmiş birçok kişi, ses düzeneğinin berbat olmasından ötürü sahnede icra edilen müziği dinleyemedi. Öyle ki tribünlerden “Ses gelmiyor!” tezahüratları yükseldi, yuhalamalar duyuldu. Fakat, hangi akla hizmet bilmiyorum, bir sürü insan (bu insanlardan Twitter’da, Instagram’da, Ekşi Sözlük’te falan bolca bulabilirsiniz) bu konserin muhteşem bir konser olduğuna kaniydi. İsim vermeyeceğim, dinleyicilerin ciddi bir bölümüne sesin gitmediği bu konseri muhteşem bulanlar arasında bazı müzik yazarları bile vardı. Vedat Milör’ün yemeği buz gibi geldiği halde bir restorana övgüler yağdırması gibi bir şey!
Şimdi, bu bir hastalığın teşhisidir: Beğenmek hastalığı. Türkiye’de sanat camiası her şeyi beğenir. Hiçbir şeyi eleştirmezler. Herhangi bir seyircinin ya da hayranın vasat ya da kötü bir işi de beğenmesi anlaşılır tabii. Ben de bir Sisters of Mercy ‘fan’ı olarak grubun gayet sıradan üçüncü albümünü çok severim örneğin; fakat bu cümlede olduğu üzere o albümün sıradan olduğu gerçeğinden de kaçmam. Kendine müzik yazarı diyenlerin bu gerçekten kaçma lüksü ise hiç yoktur. Maalesef, Türkiye vasatın tahakkümü altındaysa bunun en büyük sorumluları arasında az ya da çok otorite konumundaki beğenmek hastaları da var. Bunlar, her daim politik bir grubun ‘golden circle’lı konserinden politik umut devşirecek kadar gerçekçilikten ve hakikatten uzaktır. Sesi berbat olan bir ses temelli etkinliği alkışlayacak kadar da ölmeye yatmıştır. Ne baskılar ne yasaklar; bizi bu hastalık yiyip bitirecek!

Beğenmek hastaları ve müzik yazarının ‘görevi’
Türkiye’de eleştiri kültürü uzun zamandır sanat camiasını terk etmiş durumda. Gerçi başta Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri dahil birçok ülkede de sanatın hemen her alanında eleştirinin yerini artık “dostlar alışverişte görsün” anlayışı almış halde. Yine de, en azından müzik bağlamında konuşursak, bu ülkelerde hâlâ az sayıda da olsa eli yüzü düzgün analiz yazıları, muhtabını zorlayan röportajlar falan okumak mümkün. Türkiye’de ise özellikle edebiyat ve müzik dünyasında eseri yalnızca tanıtmak, yani reklamcılık faaliyeti, “yazarlık” ve “eleştirmenlik” sayılır oldu. Hemen hemen kimsenin derdi eseri anlamak, eserin tarihteki ve toplumsal düzendeki yerini tespit etmek değil. Ahbap çavuş ilişkisi içerisinde bir övgü çılgınlığıdır gidiyor.
Eleştirinin yokluğu elbette müzik dünyasını kurutuyor. Müzisyeni tembelleştiriyor. Bu kadar kurak bir müzik dünyasında dinleyici de yeşermiyor; insanlar takım tutar gibi müzik dinlemeye başlıyor, kendilerini bir topluluğun parçası kılmak onlara yetiyor ve eleştirinin yokluğunda eseri anlayıp tartacak estetik standartlardan yoksun kaldıkları için iyi müzik — kötü müzik ayrımını öznel bir ayrım zannediyorlar. Halbuki iyi ve kötü müzik vardır; yoksa biri Ajdar’ın “Çikita Muz” şarkısını da pekala iyi müzikten sayabilir. Mor ve Ötesi ile Ajdar’ın adını yan yana andığım için grup üyelerinden özür dilerim ama bu anlaşılır olmak adına bu biraz abartılı örneği vermek zorundayım: Mor ve Ötesi’nin İnönü Stadyumu konserinin iyi bir konser olduğunu söylemek ile Ajdar’ın “Çikita Muz” şarkısının iyi bir şarkı olduğunu söylemek arasında teorik olarak pek de fark yok. “Çikita Muz” bir şarkıyı iyi yapan her şeyden (armoni, anlatı, icra vs.) yoksun. İnönü Stadyumu konseri, bir konseri iyi yapan her şeyden yoksun olmasa da bir konseri konser yapan şeyden yoksun: Ses.
Müzik yazarının (eleştirmeninin ve tarihçisinin de) görevi, bu konseri yazıyorsa, tarihe bu devasa yoksunluğu da kaydetmektir. Müzik yazarları elbette farklı estetik standartlara sahip olabilir; nitekim eleştirinin kültür ortamını zenginleştirmesi de bu çeşitlilikten gelir. Birçok farklı sanat tarihi yazılmış ya da çeşitli eserler müzik eleştirmenleri tarafından çok farklı perspektiflerden açıklanmış, yorumlanmıştır. Ancak yazar, günlük tutmanın ötesine geçmek niyetindeyse hayranlardan farklı olarak metodolojik yaklaşmak durumundadır. Esere ya da etkinliğe estetik standartların belirlediği bir perspektiften bakarak onu açıklamalı; icap ediyorsa başka eserlerle yarıştırmamalı ama yargılamalıdır bile. Perspektifini oluştururken de bazı nesnel gerçekleri yok sayamaz; müziğin ve konserin temelinde sesin bulunması gibi!
Şimdi rica ederim, bir Allah’ın kulu bana, seyircilerin sesi duyamadığı bir konserin nesinin övüldüğünü izah edebilir mi?
*: Türkiye’de sanat camiasının en büyük sorunlarından biri fazla neşeli ve naif olması diye düşünüyorum. Sanatın itici gücü öfkedir. Sanatçı düzene karşı öfkeli, düzenin gönüllü bekçiliğini yapan topluma karşı ise şefkatli ama öfkeli olmalıdır. Toplum ise sanatçıdan ilerideyse, mümkünse o sanatçının işlerini paramparça etmelidir. Sanat nesnesi kutsal değildir ve bu işlerin pek azı gerçekten kıymetlidir.